Şems-i Tebrizi
Şems-i Tebrizi Kimdir?

Şems-i Tebrizi Kimdir?


Kaynaklarda doğum tarihi belirtilmemekle birlikte, 6/12. asrın ikinci yarısında dünyaya geldiğini ifade edebileceğimiz Şems’in tam adı, Ali b. Melikdâd’ın oğlu Muhammed Şemseddîn-i Tebrizî’dir. Tebriz’de doğmuş ve orada büyümüştür. Küçük yaşından beri değişik hâlleri ve üstün yaratılışı ile dikkat çekmiştir. Bizzat kendisi çocukluk dönemlerinde birtakım olağanüstü hâllere maruz kaldığını otobiyografik bilgi niteliğinde sunmaktadır. Kendi ifadelerinden hareket edilecek olursa, Şems-i Tebrîzî’de ilâhî aşkın fıtrî olarak bulunduğu söylenebilir.

Şems-i Tebrîzî, Baba Kemal Hucendî, Rükneddin es-Secâsî, Evhâdüddîn Kirmânî ve Fahreddîn Irâkî ile çağdaş olup bazı kaynaklara göre Ebû Bekir Sellebâf’ın, bazılarına göre Necmeddîn Kübrâ’nın halifelerinden Baba Kemâl’in, bazılarına göre ise Halvetiyye silsilesinden Ebheriyye kolunun mümessili Kutbuddîn Ebher’in halifesi Rüknuddîn Secâsî’nin dervişidir. Hâlbuki bizzat Şems’in kendisi; “Benim, Tebriz’de Ebubekir adlı bir şeyhim vardı. Sepet örer, onunla geçinirdi. Ondan pek çok bilgiler öğrendim. Fakat bende bir şey vardı ki, onu şeyhim göremiyordu. Zaten hiç kimse de görmemişti. İşte onu, Hüdâvendigârım Mevlânâ gördü…” demekte, ilk şeyhinin (Sellebâf-sepet ören) Ebubekir olduğunu ifade etmektedir. Cismânî anlamda ilk şeyhini Ebû Bekir Sellebâf olarak beyan etse de o, Makâlât’ında maneviyat yolculuğuna Hz. Peygamberin kılavuzluğu ile girdiğini beyan eder. Hz. Peygamberin ruhaniyetinden istifade eden ve dünyevî şeyhi Sellebâf’ın yanında kısa zamanda kemâle eren Şems, bir süre sonra şeyhini bırakır, başka mürşid-i kâmillerle görüşmek üzere Tebriz’den ayrılarak diyar diyar gezer. 

Ebubekir Sellebâf-ı Tebrîzî’ye intisap eden Şems-i Tebrizî, daha sonra Rükneddin Secâsî’nin dervişlerinden oldu, Baba Kemâl-i Hucendî ile de halleşip sohbet etti. Şems-i Tebrizî, ulaştığı makam ve mertebelerle yetinmiyor, insanlık sırrına ermek ve varoluşun hakikatini idrak etmek için daha derin ve hakikat ehli bir şeyh, daha yüksek bir makam arıyordu. Kendisini makamlara ulaştıracak bir mürşidin sohbetine girebilmek için yıllarca dolaşıyordu. Ona, bu hâlinden dolayı (Şems-i Perende/Uçan Şems), diyorlardı. Durmaksızın geziyor, arıyor, soruyor, “ben şeyhim” diyenleri imtihan ediyor, aradığını bulamayınca da uzaklaşıyordu.

Tebriz’den Erzurum’a gelen Şems, Erzurum’da mekteb-darlık yani öğretmenlik yapar. Eflâkî’nin verdiği bilgiye göre Erzurum melîki, ailesi, akrabaları ve maiyetiyle birlikte onun müridi olur. Bu durum onun, Anadolu halkı ile önceden yakın temas içerisinde olduğunu göstermektedir. Bir süre de Halep’te bulunan Şems, buradayken medresenin bir hücresine girip on dört ay riyazet ve mücahede ile meşgul olur. Konya’ya gelip Mevlânâ ile buluşmadan önce bir yıl kadar da Şam’da kalır. Eflâkî, Mevlânâ ile Şems'in Konya’da buluşmalarından önce, Mevlânâ Şam'da iken Şems'le görüştüklerinden bahseder. Bir gün Mevlânâ Şam çarşısında iken, başında külah bulunan siyahlar giymiş bir adamın Mevlânâ'nın elini öperek “Ey mânâlar âleminin sarrafı, beni bul, beni anla” diyerek kalabalığa karıştığını yazar. Ve bu adamın Şems olduğunu hikâye eder. Bundan sonra Şems, bir süre de Bağdat’ta kalıp Evhâdüddin-i Kirmânî ile görüşür. Şeyhu’l-Ekber’den farklı bir neşveye sahip olan Şems’in, İbnü’l-Arabî hakkındaki kanaatleri bütünüyle de olumsuz değildir. Şems, İbnü’l-Arabî’den, “iyi bir dert ortağı, mûnis ve derin görüşlü, ulu bir insan” şeklinde övgüyle de bahseder. 

Şems-i Tebrîzî ileri düzeyde tasavvufî cezbeye sahip, rind ve kalender meşrep bir şahsiyetti. Üst düzey tasavvufî telâkkileri ruhunun derinliklerinde hissetmiş güçlü bir isimdi. Sokrat’ın Eflatun’a öncülük etmesi gibi Şems de Mevlânâ’ya öncülük etmiştir. Sokrat’ın tanınması nasıl talebesi Eflatun sayesinde gerçekleşmişse, Şems’in şöhret kazanması da Mevlânâ aracılığı ile olmuştur.

Sipehsâlar, onu, daha hayatta iken, kurbiyet makamına eren, velilerin sultanı, ariflerin kutbu, nebilerin vârisi, Hakk'ın sevdiklerinin baş tacı diye tavsif ettikten sonra, onun, keşif ve hâl sahibi bir insan-ı kâmil olduğunu, Allah'a yakınlıkta Musa (a.s.)'nın meşrebinde, uzlette, tek başına yaşamakta, İsa (a.s.)'nın huyunda olduğunu yazmaktadır. Kâmil bir insan oluşu sebebiyle "Kâmil-i Tebrizî" diye de anılırdı. Büyük bir veli olduğu halde, kendini ve kerametlerini herkesten gizler, şehirlerde tanınmadan yaşar, tanınınca hemen o şehirden kaçardı. Seyahatleri sırasında tekke ve medreselere misafir olmaz, basit tüccarlar gibi giyinir, şeyhlere mahsus gösterişli elbiseleri giymezdi. Hanlara misafir olur, odasının kapısını sıkıca kapar, içeride hasırdan başka yatacak şey bulundurmazdı. 

Şems tefsir, hadis, şiir ve devrin ilimlerinden haberdardır. Makâlât’ında sık sık Kur’ân âyetlerine referanslarda bulunmakta, bunları lügat olarak anlayıp işarî birtakım yorumlarla değerlendirmektedir. Bazı fıkhî hükümler üzerinde yorumlar yapmakta, hadisleri sıklıkla zikretmekte ve hadisler üzerine gerekli değerlendirmelerde bulunmaktadır. Tüm bu bilgi birikimi ve üst düzey yaklaşım tarzı, onun tefsir, fıkıh, hadis ve kelâm okuduğunu, Arapça ve Farsça bildiğini göstermektedir. Şems'e göre, hakikate varmak, ancak sünnet-i seniyyeye uymakla, gösterişten uzak, hâl ehli olarak, sözde kalmayarak, inandığını yaşayarak, ilahi aşkla mümkündür. Şems de Mevlânâ gibi Peygamber Efendimizin âşığıdır. 

Şems’in en belirgin niteliği melâmetiliği ve kalenderliğidir. Sohbetinde bulunduğu insanlar onu mürit edinmeye kalktıklarında ağır tenkitlere uğramakta ve Şems'i kaybetmektedirler. 

Şems-i Tebrizî’nin Konya’ya gelip Mevlânâ ile buluşması, kaynaklarda 26 Cumade’l-ahîra 642/23 Kasım 1244 olarak geçmektedir. Mevlânâ ile Şems, Salahaddin Zerkubî’nin evinde tam altı ay halvete çekilirler. Sultan Veled, babasıyla Şems’in buluşmasını Hz. Musa ile Hızır’ın buluşmasına benzetir. Bu karşılaşma, Mevlânâ ile Şems’i iki âşık gibi birbirine bağlar ve Mevlânâ’yı hem eski hayatından hem de eski dostlarından koparır. Çünkü Şems, aşk ve cezbeyi esas tutuyor ve bilginin bir gaye olmayıp gerçeği anlamadaki aczimizi bildiren bir vasıta olduğunu kabul ediyordu. Bundan dolayı her şeyden önce Mevlânâ’yı, düşkün olduğu şeylerden ayırıyordu. Mevlânâ’yı zühdî ve ilmî kişiliği yanında aşk yoluna sevk eden, vecd ve coşku hâllerine bürüyen, hatta onu bir süre ilmî mütalaalarından ve kitaplarından koparan Şems, ona semânın zevkini tattırıyor ve onu bu yolda irşada çalışıyordu. 

Şems-i Tebrizî Mevlânâ ile olan sıkı münâsebetinin halk ve talebeleri üzerinde menfi tesirinden dolayı 21 Şevvâl 643/11 Mart 1246 Perşembe günü şehri gizlice terk etti. Onun Konya’ya geldiğini kimse görmemişti. Gittiğini de gören olmadı. Mevlânâ, Şems’in boş kalan hücresine girdiği zaman, içinin boşaldığını, yüreğinin derinliklerinden bir şeyin koptuğunu hissetti. Bir süre hiçbir şey söylemeden durakladı. Şems yoktu, kaybolmuştu... Onun bu ayrılışı, Mevlânâ'yı derin bir teessüre gark etti. Talebeleriyle olan alâkasının tamamen kesilmesine sebep oldu. Şiir yazmamaya, semâ’ etmemeye başladı. 

Birkaç ay sonra, Şems’ten ilk haber alındı. Onu Şam’da görenler vardı. Bu haber Mevlânâ’yı çok sevindirdi. Mevlânâ sevincinden gazeller inşâd ederek semâya başladı, mektuplar gönderdi. Hediyelerle oğlunu Şam’a gönderip getirmesini sağladı.

Şems geldikten sonra evvelce aleyhinde bulunanların hepsi tövbe ettiler, niyazlarda bulundular. Şems de hepsini bağışladı. Semâ meclisleri tertip edilmeye başlandı. Şems ve Mevlânâ’yı her gün biri, bir yere çağırmada, herkes gücü yettiği kadar bir dâvet yapmadaydı. Hatta Mevlânâ, Şems’i Konya’da tutabilmek arzusuyla kendi yanında yetiştirdiği Kimya adında bir kızla evlendirmek istedi. Kimya bizzat Mevlânâ’nın yanında büyümüş, onun rahle-i tedrisatında terbiye almış “zahir ve batın edepleriyle” süslü ve mâneviyatı yüksek birisiydi. Bu kızda, hâl ehline yaraşır bir safiyet ve bir gönül zenginliği mevcuttu. Mevlânâ, onu küçük yaşından beri kendi çocuklarından ayrı tutmaz ve öz evladı gibi severdi. Onu, Şems’le evlendirerek, Şems’in de ev-bark sahibi olmasını düşündü. Şems de bu teklifi kabul etti. Mevsim kıştı, medresenin sofası, perdeyle bölünerek, bir oda hâline getirildi. Mütevazı bir nikâh töreninden sonra, yeni evlilere bu sofa verildi. Sofa, medresenin avlusuna bakıyordu. Mevlânâ’nın ailesi ve çocuklarıyla birlikte oturduğu bu küçük medrese hepsine konaklık ediyor, tüm aile bir arada oturuyorlardı. 

Semâ, neşe, zevk ve aşkla geçen bu zaman uzun sürmedi. Şems aleyhine gene dedikodular başladı. 

Kimi kaynaklar kendisine karşı sergilenen menfi tutum karşısında dayanamayan Şems’in aniden ortadan kaybolduğunu dile getirirken, kimi kaynaklar da onun kendini çekemeyenler tarafından öldürüldüğünü dile getirmektedirler. 

Eflaki, Sultan Veled’den naklen Şems’in, kıskanç ve hayırsız yedi kişi tarafından hançerlendiğini, Sultan Veled’in zevcesi Fatma Hatun’dan naklen de cesedinin bir kuyuya atıldığını yazmaktadır.

Konya’daki Şems Türbesi’nde, Sultanü’l-Ulema’nın Sandukası’nın hemen gerisindeki bir mezar da Şems’e izafeten “Şems makamı” olarak adlandırılmıştır. 

Mevlânâ bir süre sonra müridleri ile beraber tekrar Şam'a gider ve aylarca orada kalır. Fakat bu ikinci Şam seyahatinden büsbütün başka bir hâlle döner. Yavaş yavaş temkine gelir. Sultan Veled,  Mevlânâ’nın Şems’i somut kişi olarak Şam’da ararken onun manevî kimliğini kendi içinde aramaya devam ettiğini, Şam'da Şems'i bulamadığını ama onun sır ve hakikatinin ay gibi kendi varlığında doğduğunu ifade eder. Konya’ya döndükten sonra da bizi kendi özümüze yabancılaştıran, kültürel, geleneksel ve davranışsal örtüleri kaldırmak ve benliklerimiz arasındaki iç çelişkiyi giderip uyumlu hâle getirmek için yeniden sema tertip etmeye başlar.

Şems'in toplantılarda yaptığı sohbetlerden derlenmiş Makalat adlı bir kitabı vardır. Eser, konuşmaları sırasında müridleri tarafından not edilmiştir. Şems'e Esma-i Hüsnâ Şerhi ve Merğûbu'l-Kulûb isimli 138 beyitlik ve Mesnevî tarzında bir eser de isnat edilmekle birlikte bu kitapların Şems'e ait olmadıkları yazıldıkları tarihlerden anlaşılmaktadır.

Şems-i Tebrizî, kabına sığmayan, vecde bürünen, manevî hâllerinden sürekli değişim yaşayan, diyar diyar gezen, diğer şeyhlerle fikir teatisinde bulunan, elinin emeğini yiyen, sürekli siyah keçeden elbise giyen, başkalarına bâr/yük olmaktan kaçınan, Hakk’ı yâr edinen, O’nun dostluk ve ülfeti ile bahtiyar olan, riyadan uzak melâmetî bir kişilikle özü sözü doğru, insanlığın hayrını isteyen bir isim olarak temayüz etmiştir. 

Kaynaklarda doğum tarihi belirtilmemekle birlikte, 6/12. asrın ikinci yarısında dünyaya geldiğini ifade edebileceğimiz Şems’in tam adı, Ali b. Melikdâd’ın oğlu Muhammed Şemseddîn-i Tebrizî’dir. Tebriz’de doğmuş ve orada büyümüştür. Küçük yaşından beri değişik hâlleri ve üstün yaratılışı ile dikkat çekmiştir. Bizzat kendisi çocukluk dönemlerinde birtakım olağanüstü hâllere maruz kaldığını otobiyografik bilgi niteliğinde sunmaktadır. Kendi ifadelerinden hareket edilecek olursa, Şems-i Tebrîzî’de ilâhî aşkın fıtrî olarak bulunduğu söylenebilir.

Şems-i Tebrîzî, Baba Kemal Hucendî, Rükneddin es-Secâsî, Evhâdüddîn Kirmânî ve Fahreddîn Irâkî ile çağdaş olup bazı kaynaklara göre Ebû Bekir Sellebâf’ın, bazılarına göre Necmeddîn Kübrâ’nın halifelerinden Baba Kemâl’in, bazılarına göre ise Halvetiyye silsilesinden Ebheriyye kolunun mümessili Kutbuddîn Ebher’in halifesi Rüknuddîn Secâsî’nin dervişidir. Hâlbuki bizzat Şems’in kendisi; “Benim, Tebriz’de Ebubekir adlı bir şeyhim vardı. Sepet örer, onunla geçinirdi. Ondan pek çok bilgiler öğrendim. Fakat bende bir şey vardı ki, onu şeyhim göremiyordu. Zaten hiç kimse de görmemişti. İşte onu, Hüdâvendigârım Mevlânâ gördü…” demekte, ilk şeyhinin (Sellebâf-sepet ören) Ebubekir olduğunu ifade etmektedir. Cismânî anlamda ilk şeyhini Ebû Bekir Sellebâf olarak beyan etse de o, Makâlât’ında maneviyat yolculuğuna Hz. Peygamberin kılavuzluğu ile girdiğini beyan eder. Hz. Peygamberin ruhaniyetinden istifade eden ve dünyevî şeyhi Sellebâf’ın yanında kısa zamanda kemâle eren Şems, bir süre sonra şeyhini bırakır, başka mürşid-i kâmillerle görüşmek üzere Tebriz’den ayrılarak diyar diyar gezer. 

Ebubekir Sellebâf-ı Tebrîzî’ye intisap eden Şems-i Tebrizî, daha sonra Rükneddin Secâsî’nin dervişlerinden oldu, Baba Kemâl-i Hucendî ile de halleşip sohbet etti. Şems-i Tebrizî, ulaştığı makam ve mertebelerle yetinmiyor, insanlık sırrına ermek ve varoluşun hakikatini idrak etmek için daha derin ve hakikat ehli bir şeyh, daha yüksek bir makam arıyordu. Kendisini makamlara ulaştıracak bir mürşidin sohbetine girebilmek için yıllarca dolaşıyordu. Ona, bu hâlinden dolayı (Şems-i Perende/Uçan Şems), diyorlardı. Durmaksızın geziyor, arıyor, soruyor, “ben şeyhim” diyenleri imtihan ediyor, aradığını bulamayınca da uzaklaşıyordu.

Tebriz’den Erzurum’a gelen Şems, Erzurum’da mekteb-darlık yani öğretmenlik yapar. Eflâkî’nin verdiği bilgiye göre Erzurum melîki, ailesi, akrabaları ve maiyetiyle birlikte onun müridi olur. Bu durum onun, Anadolu halkı ile önceden yakın temas içerisinde olduğunu göstermektedir. Bir süre de Halep’te bulunan Şems, buradayken medresenin bir hücresine girip on dört ay riyazet ve mücahede ile meşgul olur. Konya’ya gelip Mevlânâ ile buluşmadan önce bir yıl kadar da Şam’da kalır. Eflâkî, Mevlânâ ile Şems'in Konya’da buluşmalarından önce, Mevlânâ Şam'da iken Şems'le görüştüklerinden bahseder. Bir gün Mevlânâ Şam çarşısında iken, başında külah bulunan siyahlar giymiş bir adamın Mevlânâ'nın elini öperek “Ey mânâlar âleminin sarrafı, beni bul, beni anla” diyerek kalabalığa karıştığını yazar. Ve bu adamın Şems olduğunu hikâye eder. Bundan sonra Şems, bir süre de Bağdat’ta kalıp Evhâdüddin-i Kirmânî ile görüşür. Şeyhu’l-Ekber’den farklı bir neşveye sahip olan Şems’in, İbnü’l-Arabî hakkındaki kanaatleri bütünüyle de olumsuz değildir. Şems, İbnü’l-Arabî’den, “iyi bir dert ortağı, mûnis ve derin görüşlü, ulu bir insan” şeklinde övgüyle de bahseder. 

Şems-i Tebrîzî ileri düzeyde tasavvufî cezbeye sahip, rind ve kalender meşrep bir şahsiyetti. Üst düzey tasavvufî telâkkileri ruhunun derinliklerinde hissetmiş güçlü bir isimdi. Sokrat’ın Eflatun’a öncülük etmesi gibi Şems de Mevlânâ’ya öncülük etmiştir. Sokrat’ın tanınması nasıl talebesi Eflatun sayesinde gerçekleşmişse, Şems’in şöhret kazanması da Mevlânâ aracılığı ile olmuştur.

Sipehsâlar, onu, daha hayatta iken, kurbiyet makamına eren, velilerin sultanı, ariflerin kutbu, nebilerin vârisi, Hakk'ın sevdiklerinin baş tacı diye tavsif ettikten sonra, onun, keşif ve hâl sahibi bir insan-ı kâmil olduğunu, Allah'a yakınlıkta Musa (a.s.)'nın meşrebinde, uzlette, tek başına yaşamakta, İsa (a.s.)'nın huyunda olduğunu yazmaktadır. Kâmil bir insan oluşu sebebiyle "Kâmil-i Tebrizî" diye de anılırdı. Büyük bir veli olduğu halde, kendini ve kerametlerini herkesten gizler, şehirlerde tanınmadan yaşar, tanınınca hemen o şehirden kaçardı. Seyahatleri sırasında tekke ve medreselere misafir olmaz, basit tüccarlar gibi giyinir, şeyhlere mahsus gösterişli elbiseleri giymezdi. Hanlara misafir olur, odasının kapısını sıkıca kapar, içeride hasırdan başka yatacak şey bulundurmazdı. 

Şems tefsir, hadis, şiir ve devrin ilimlerinden haberdardır. Makâlât’ında sık sık Kur’ân âyetlerine referanslarda bulunmakta, bunları lügat olarak anlayıp işarî birtakım yorumlarla değerlendirmektedir. Bazı fıkhî hükümler üzerinde yorumlar yapmakta, hadisleri sıklıkla zikretmekte ve hadisler üzerine gerekli değerlendirmelerde bulunmaktadır. Tüm bu bilgi birikimi ve üst düzey yaklaşım tarzı, onun tefsir, fıkıh, hadis ve kelâm okuduğunu, Arapça ve Farsça bildiğini göstermektedir. Şems'e göre, hakikate varmak, ancak sünnet-i seniyyeye uymakla, gösterişten uzak, hâl ehli olarak, sözde kalmayarak, inandığını yaşayarak, ilahi aşkla mümkündür. Şems de Mevlânâ gibi Peygamber Efendimizin âşığıdır. 

Şems’in en belirgin niteliği melâmetiliği ve kalenderliğidir. Sohbetinde bulunduğu insanlar onu mürit edinmeye kalktıklarında ağır tenkitlere uğramakta ve Şems'i kaybetmektedirler. 

Şems-i Tebrizî’nin Konya’ya gelip Mevlânâ ile buluşması, kaynaklarda 26 Cumade’l-ahîra 642/23 Kasım 1244 olarak geçmektedir. Mevlânâ ile Şems, Salahaddin Zerkubî’nin evinde tam altı ay halvete çekilirler. Sultan Veled, babasıyla Şems’in buluşmasını Hz. Musa ile Hızır’ın buluşmasına benzetir. Bu karşılaşma, Mevlânâ ile Şems’i iki âşık gibi birbirine bağlar ve Mevlânâ’yı hem eski hayatından hem de eski dostlarından koparır. Çünkü Şems, aşk ve cezbeyi esas tutuyor ve bilginin bir gaye olmayıp gerçeği anlamadaki aczimizi bildiren bir vasıta olduğunu kabul ediyordu. Bundan dolayı her şeyden önce Mevlânâ’yı, düşkün olduğu şeylerden ayırıyordu. Mevlânâ’yı zühdî ve ilmî kişiliği yanında aşk yoluna sevk eden, vecd ve coşku hâllerine bürüyen, hatta onu bir süre ilmî mütalaalarından ve kitaplarından koparan Şems, ona semânın zevkini tattırıyor ve onu bu yolda irşada çalışıyordu. 

Şems-i Tebrizî Mevlânâ ile olan sıkı münâsebetinin halk ve talebeleri üzerinde menfi tesirinden dolayı 21 Şevvâl 643/11 Mart 1246 Perşembe günü şehri gizlice terk etti. Onun Konya’ya geldiğini kimse görmemişti. Gittiğini de gören olmadı. Mevlânâ, Şems’in boş kalan hücresine girdiği zaman, içinin boşaldığını, yüreğinin derinliklerinden bir şeyin koptuğunu hissetti. Bir süre hiçbir şey söylemeden durakladı. Şems yoktu, kaybolmuştu... Onun bu ayrılışı, Mevlânâ'yı derin bir teessüre gark etti. Talebeleriyle olan alâkasının tamamen kesilmesine sebep oldu. Şiir yazmamaya, semâ’ etmemeye başladı. 

Birkaç ay sonra, Şems’ten ilk haber alındı. Onu Şam’da görenler vardı. Bu haber Mevlânâ’yı çok sevindirdi. Mevlânâ sevincinden gazeller inşâd ederek semâya başladı, mektuplar gönderdi. Hediyelerle oğlunu Şam’a gönderip getirmesini sağladı.

Şems geldikten sonra evvelce aleyhinde bulunanların hepsi tövbe ettiler, niyazlarda bulundular. Şems de hepsini bağışladı. Semâ meclisleri tertip edilmeye başlandı. Şems ve Mevlânâ’yı her gün biri, bir yere çağırmada, herkes gücü yettiği kadar bir dâvet yapmadaydı. Hatta Mevlânâ, Şems’i Konya’da tutabilmek arzusuyla kendi yanında yetiştirdiği Kimya adında bir kızla evlendirmek istedi. Kimya bizzat Mevlânâ’nın yanında büyümüş, onun rahle-i tedrisatında terbiye almış “zahir ve batın edepleriyle” süslü ve mâneviyatı yüksek birisiydi. Bu kızda, hâl ehline yaraşır bir safiyet ve bir gönül zenginliği mevcuttu. Mevlânâ, onu küçük yaşından beri kendi çocuklarından ayrı tutmaz ve öz evladı gibi severdi. Onu, Şems’le evlendirerek, Şems’in de ev-bark sahibi olmasını düşündü. Şems de bu teklifi kabul etti. Mevsim kıştı, medresenin sofası, perdeyle bölünerek, bir oda hâline getirildi. Mütevazı bir nikâh töreninden sonra, yeni evlilere bu sofa verildi. Sofa, medresenin avlusuna bakıyordu. Mevlânâ’nın ailesi ve çocuklarıyla birlikte oturduğu bu küçük medrese hepsine konaklık ediyor, tüm aile bir arada oturuyorlardı. 

Semâ, neşe, zevk ve aşkla geçen bu zaman uzun sürmedi. Şems aleyhine gene dedikodular başladı. 

Kimi kaynaklar kendisine karşı sergilenen menfi tutum karşısında dayanamayan Şems’in aniden ortadan kaybolduğunu dile getirirken, kimi kaynaklar da onun kendini çekemeyenler tarafından öldürüldüğünü dile getirmektedirler. 

Eflaki, Sultan Veled’den naklen Şems’in, kıskanç ve hayırsız yedi kişi tarafından hançerlendiğini, Sultan Veled’in zevcesi Fatma Hatun’dan naklen de cesedinin bir kuyuya atıldığını yazmaktadır.

Konya’daki Şems Türbesi’nde, Sultanü’l-Ulema’nın Sandukası’nın hemen gerisindeki bir mezar da Şems’e izafeten “Şems makamı” olarak adlandırılmıştır. 

Mevlânâ bir süre sonra müridleri ile beraber tekrar Şam'a gider ve aylarca orada kalır. Fakat bu ikinci Şam seyahatinden büsbütün başka bir hâlle döner. Yavaş yavaş temkine gelir. Sultan Veled,  Mevlânâ’nın Şems’i somut kişi olarak Şam’da ararken onun manevî kimliğini kendi içinde aramaya devam ettiğini, Şam'da Şems'i bulamadığını ama onun sır ve hakikatinin ay gibi kendi varlığında doğduğunu ifade eder. Konya’ya döndükten sonra da bizi kendi özümüze yabancılaştıran, kültürel, geleneksel ve davranışsal örtüleri kaldırmak ve benliklerimiz arasındaki iç çelişkiyi giderip uyumlu hâle getirmek için yeniden sema tertip etmeye başlar.

Şems'in toplantılarda yaptığı sohbetlerden derlenmiş Makalat adlı bir kitabı vardır. Eser, konuşmaları sırasında müridleri tarafından not edilmiştir. Şems'e Esma-i Hüsnâ Şerhi ve Merğûbu'l-Kulûb isimli 138 beyitlik ve Mesnevî tarzında bir eser de isnat edilmekle birlikte bu kitapların Şems'e ait olmadıkları yazıldıkları tarihlerden anlaşılmaktadır.

Şems-i Tebrizî, kabına sığmayan, vecde bürünen, manevî hâllerinden sürekli değişim yaşayan, diyar diyar gezen, diğer şeyhlerle fikir teatisinde bulunan, elinin emeğini yiyen, sürekli siyah keçeden elbise giyen, başkalarına bâr/yük olmaktan kaçınan, Hakk’ı yâr edinen, O’nun dostluk ve ülfeti ile bahtiyar olan, riyadan uzak melâmetî bir kişilikle özü sözü doğru, insanlığın hayrını isteyen bir isim olarak temayüz etmiştir. 

 

-Prof. Dr. Kadir ÖZKÖSE

Henüz yorum yapılmadı, ilk yorumu sen yapabilirsin.

Yorum Ekle:
Tüm hakları saklıdır. www.semsitebriziturbesi.com